AkdenizBatı KaradenizEgeGezi Sitesiİç AnadoluManşetMarmaraOtellerRestaurantlarYurt Dışı GezilerYurtiçi Geziler

Sertaç Kantarcı’yla Dağ Üzerine bir Söyleşi

Daha önce Avrupa’nın dördüncü, Türkiye’nin en derin mağarasına inen Kantarcı, dört Alman, iki Türk bir de Ukraynalı dağcıdan oluşan ekiple kuzey yamacından Ağrı Dağı’na çıktı.

Gazeteci Sertaç Kantarcı, medya kariyerinin ötesinde sanat koleksiyonerliği, adrenalin sporları ve felsefe alanında da kendini geliştirmiş bir isimdir. Daha önce Avrupa’nın dördüncü, Türkiye’nin en derin mağarasına inen Kantarcı, dört Alman, iki Türk bir de Ukraynalı dağcıdan oluşan ekiple kuzey yamacından Ağrı Dağı’na çıktı…

“İnsan milyonlarca yıldır orada duran bir dağın zirvesine ulaştığında aslında kendine dönüyor, kendine ulaşıyor ve şahsının bir kuştan, bir böcekten ya da bir kelebekten farklı olmadığını anlıyor. Üzerine ağır bir alçakgönüllülük çöküyor” diyen Sertaç Kantarcı’nın sorularımıza verdiği yanıtlar şöyle:

Kendinizi bir dağcı olarak nasıl tanımlarsınız?

Ben dağcı değilim. Benim yaptığım şey kendimi aramak. Nerede bulacağımı bilemediğim için de her yere bakıyorum. Bu kimi zaman bir mağara oluyor, kimi zaman bir sarraf, kimi zaman bir mezarlık, marjinal sayılabilecek bir parti oluyor bazen ya da bir mağara, bir dağ. Dolayısıyla kendimi ne bir dağcı olarak tanımlayabilirim ne de bir antikacı. Sadece kendini arayan sıradan bir adamım. Fazlası yok…

Ağrı Dağı’nın neden zorlu bir tırmanış olduğunu anlatır mısınız?

Yol zor değildi. Zorlanan bendim. Çünkü aradıkça kaybolduğumu inkâr etme konusunda ağır bir motivasyon altındaydım ve bu sırtımda ağır bir farkındalık yaratıyordu. Yük ağırlaştıkça ben de yavaşladım; yol uzadıkça uzadı derken dört bin beş yüz metreden sonra oksijensizliğin yarattığı stresle daha az düşünmeye başladım ve içimde bazı farkındalıklar uyanmaya başladı.

Nasıl bir farkındalıktı bu?

Bizler Marksist ve kapitalist dünyanın arafında bir yerlerde yetişmiş insanlarız ve ne Marksizm ne de kapitalizm günümüz dünyasını anlamak için yeterli. Bu dünya artık gerçek olmayanın, -miş gibilerin, kısaca simülasyonun dünyası. Ki bu dünyanın ifade ettiği şey şu; artık insan şahsiyetiyle, kimliğiyle yaşamıyor. İmajlar üzerinde yaşıyor. Artık gerçekler üzerinden değil, taklitler üzerinden kendisini tanımlıyor. Özellikle kitle iletişim araçlarının ve sosyal medyanın da etkisiyle artık yapay olan doğalmış gibi, doğal olan da yapaymış gibi kabul ediliyor. Daha basite indirgeyerek anlatmak gerekirse, insanların şahsiyetleri ve kimlikleri ile değil, imajları üzerinden var olmaları beni rahatsız ediyor. Baudrillard kuramı bu biliyorsunuz. Yani Türkçesi yalan dünya. Bu kadar yalan da bana fazla…

Sizi dağa çıkmaya iten şey günümüz postmodern dünyasından kaçış diyebilir miyiz?

Dağa çıkmaya iten değil de ‘dağa kaçmaya iten’ desek daha doğru olacak. Benim postmoderniteyi anlamak ya da yorumlamak gibi bir gayem yok. Lakin daha ziyade postmodernliğin söylemleri üzerinden istifade ederek var olan sosyal süreci anlamaya çalışıyorum. Zaten batı kaynaklı bir kavram olan postmodernite, bu ülkede çok anlaşılamadı. Her ne kadar batı düşüncesi postmodern söylemlerden istifade edebildiği kadar etmiş olsa dahi kendi evreninde bu süreci geride bıraktı ve sonrasındaki süreçte transhumanizm ve posthümanizm gibi tartışmalara doğru evrildi. Burada altını çizmek istediğim bir nokta var. O da şu: Postmodernizm, kendi içinde ciddi belirsizlikleri ve muğlaklıkları barındıran bir kavramdır. Bu yüzden postmodern anlatımlar ölüdür. İçinde muğlaklığı ve belirsizliği taşıyan her şey birer tanımdan ibarettir ve ölüdür. Sorunun yanıtına gelince postmodernitenin bir kavram oluşundan fazlasına inanmıyorum. Yani ben sadece dağa çıktım.

Sizin için dağ nedir?

Dağı üst üste yığılmış taş, toprak ve kaya katmanı olarak görmek ona büyük haksızlık olur. Dağ aslında bir metafor. Dağ aslında benim. Dağ aslında benliğim. Dağ aslında herkesin yürüdüğü yollarda yürümeyenlerin evreni. Yüce dağlar, dik dağlar, aşk acısı, korkunç dağlar, ailevi travmalar, kutsal dağlar, sevgisizlik, tek dağlar, açlık, dizi dağlar, korku, yakın dağlar, yalnızlık ya da uzak dağlar. İnsan yaşamının her anını, gelmişini, geçmişini boyutlarını ve geleceğini zenginleştiren bir serüvendir dağ.

Dağcıyı nasıl tanımlarsınız?

Kendi yolunu kendi yapan, kendi hatasında boğulan, yolu bulduğunu sanıp daha beter kaybolan ama eninde sonunda kampa yani kendi içine dönmeyi başaran kişidir dağcı.

Bu işe yeni başlayacaklara nasıl bir mesaj iletmek istersiniz?

Yalnızlığı sevmeyen dağa çıkmasın. Bir de gürültüyü sevmeyen…

Gürültü derken…

Hayatımda bulunduğum en sessiz görünen lakin en gürültülü yer Mencilis Mağarası’ydı. Burası Avrupa’nın en derin yatay mağarasıdır. Ben girdiğimde on ikinci kilometreye kadar keşfedilmişti ve neredeyse tek kelime etmeden yerin altında oldukça gürültülü bir yolculuk yaptık. Kimse konuşmuyordu, iç sesimiz hariç. Tıpkı Mencilis’te olduğu gibi, dağda da kimse konuşmasa bile beyniniz susmuyor. Sürekli bir iç hesaplaşma halinde zihniniz konuştukça konuşuyor. Mutluluklar, hüzünler, hayal kırıklıkları, öfke, huzur ve başkaldırının gürültüsü uzun süre devam ediyor. Ta ki düşünecek bir şey kalmayana kadar. İşte o vakit zirveye ulaşmaya yaklaşmışsınız demek oluyor.

Dağ insan varlığından söylemlerinden ve kültürel oluşumlarından bağımsız bir şekilde var olan, eyleyici ve aktif bir canlıdır. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Dağı çoğu insan taş, toprak, kar, buz ya da kaya sanır. Oysa dağ havadır. Zirveye ulaşmak için dağa çıkan dağdan bir şey anlamaz. İlkel bir hırstan ibarettir dağ onun için. Oysa gerçek dağcı zirveye bir an evvel ulaşmak istemeyendir. Gerçekte zirve tam anlamıyla bir tükeniştir. Hedefsiz kalmaktır, arafta kalmaktır. O yüzden zirveye çıkan her gerçek dağcı önce çevresine bakar ‘daha yüksek bir zirve var mı?’ diye. Yani aslolan zirveye ulaşmak değil, dağda kalmaktır. Zirve sadece dağda geçirdiğin zamanın bir parçasıdır. Lakin dağ zirve değildir. Dağ en az dağcı kadar, hatta ve hatta dağcıdan daha canlıdır. O yüzden dağcı dağa değil, kendine tırmanır. Zirveye doğru attığı her adımda dağcı kendine bir adım daha yaklaşır. Zirveye yaklaştıkça kendi doğumuna heyecanlanır. Yeniden doğmak için adım atar dağcı.

Dağın da bedeni vardır tıpkı insan gibi. Boyu, posu, boynu, ruhu var hatta karakteri vardır. Mesela dağ gibi insan deriz, dimdik ayakta deriz öyle değil mi? Yani dağ ile dik duruş arasında gizli bir anlaşma vardır. O yüzden ayağa kalkmak isteyen insanın önce kendi dağını aşması gereklidir.

Dağın felsefesine odaklanıyorsunuz – ki bu çok önemli bir konu. Posthümanizm ve yeni maddecilikler felsefi akımları çerçevesinde kuramsallaştırılan öykülü madde terimine göre her oluşum kendi hikâyesini anlatmaktadır. Bu hikâyeyi anlatmak için, madde insana ihtiyaç duymadan kendi dilinde ve kendi şekliyle konuşmaktadır. Sizce öykülü bir madde olarak dağ bize ne anlatıyor?

Dağ da tıpkı ruh gibi sizden, benden, bedenden, kısaca insandan önce de vardı. Biz sadece sınırlı bir sürede onu ziyaret ettik ve yolumuza devam ettik. Dağ bizim hayatımızda büyük ama biz onun hayatında küçücük bir nesneyiz sadece. Hatta hiçiz! Bir şeyin karşısında hiç olduğunuzu bilmekten daha özgür hissettirecek ne var dünyada? İnsanı merkeze alan hümanizmden daha faşizan ne olabilir ki bu hayatta. İnsan da tıpkı bir kuş, bir böcek ya da bir dağ gibi bütünün parçasıdır. Ve insandan sonra ne olacaksa, insandan önce de olmuştu ve olacak. Evrim sadece fiziksel, ruhani ya da kültürel olarak yaşanmıyor. Evren yaşam tarzı olarak da sürüyor, sürecek.

Hayatta sadece bir gerçek vardır; o da kavramların peşinden koşarken yani hayatın anlamını bulmaya çalışırken zaman geçiyor ve dağ bana kendi ölümlülüğümü hatırlatıyor.

Lord Byron’un Manfred isimli dramatik eserinde Manfred, Jungfrau Dağı’nın ihtişamı ve yüceliği karşısında büyülenir ve bedenini atomlara parçalayıp dağın varlığına karışmak, böylece de bu ihtişamın bir parçası olmak ister. Dahası, Manfred insanlığını sorgular ve dağın ihtişamının yanında yarattığımız ‘üstün insan’ mitinin boş olduğunu fark eder. İnsan bu muhteşemliğin karşısında küçücük ve önemsiz bir canlıdır sadece. Siz tırmanışlarınızda dağı izlerken ya da zirveye çıktığınızda hiç böyle bir yücelik hissine kapıldınız mı? Sizce zirvede olmak nasıl bir hâldir?

Eğer dağı taştan, topraktan ve kayalardan oluşan yüce bir tepe olarak görürseniz, tırmanışınız zorlu bir yürüyüşten, zirveye ulaşmak ise ucuz bir ego zaferinden başka hiçbir şey olamaz. Her adım sizi hem zirveye hem de kendi derininize yaklaştırır. Zirveye yaklaştıkça kendinize dönersiniz. Ardınıza baktığınızda hayatınız küçülürken, zirve daha da büyür. Ne zaman zirveye ulaşırsınız, gördüğünüz tek şey hüzünden başka bir şey değildir çünkü aradığınızı yine bulamadığınızı fark edersiniz. Zira insan evladı anlam arayan değil, aradığı anlamı bulacağını sanandır. Lakin bir gerçek vardır, o da şudur: Bazı şeyler aramakla bulunmaz. Zira bulanlar yalnız arayanlardır.

Çağımız insanının en büyük jeolojik güç olarak gösterilmesiyle yaşadığımız döneme Antroposen denilmektedir. Siz insanın çevreye büyük ölçüde etki ettiğini düşünüyor musunuz, tırmanışlarınız sırasında insan kaynaklı büyük çevre felaketine sebep olabilecek durumlarla karşılaştınız mı?

İlkçağ, Ortaçağ ve Yeniçağ ne ise Antroposen de tıpkı diğerleri gibi yeni bir çağ, yeni bir dönem. İnsanın Dünya’ya olan etkisinin en üst düzeylere çıktığı Sanayi Devrimi’nden bugüne olan ve devam eden bu çağ bizi yok etmese de kaotik bir sürece doğru evriltecek. İnsan yapımı nesnelerin ağırlığı son bir senedir dünyadaki tüm canlıların toplam ağırlığını aşmış durumda. Yani yeryüzündeki tüm plastik, tuğla, beton ve diğer insan yapımı nesneler, gezegendeki tüm bitki ve hayvanların ağırlığını aşmış durumda ki bu oran tam bir teratona (bir trilyon ton) ulaştı. Ağrı Dağı tırmanışımda gördüğüm en feci felaket dağın neredeyse eteklerinden başlaması gereken kar zirveye kalan son bin metrede vardı. Isı ciddi oranda da yüksekti. Benzer durum Avrupa’nın en derin dördüncü mağarası olan on iki kilometrelik Mencilis’te de vardı. Kendi sonumuzu kendimiz hazırlıyoruz.

Yanıtlarınız için çok teşekkür ederiz.

Davetiniz için ben teşekkür ederim.

 

Okunma Sayısı: 3688
Başa dön tuşu